3.3 Komplo Teorilerine Yönelik Yaklaşımlar

3.2.1. Paranoyak Bir Üslup Olarak Komplo Teorileri

Klasik yaklaşım olarak da bilinen bu görüşe göre komplo teorileri hatalı bir düşünce biçimi olarak tanımlanır ve komplo teorilerine inanan insanlar mantıksız olarak görülürler (Butter & Knight, 2018). Richard Hofstadter’ın Amerikan Siyasetinde Paranoyak Üslup (The Paranoid Style in American Politics) (1964) adlı çalışmasına dayanan bu yaklaşım, paranoyak üslubun Amerikan siyasi düşüncesinin bir özelliği olduğunu vurgular. Psikiyatrik bir rahatsızlık olan paranoya, doğru olduğuna dair bir kanıt olmamasına rağmen, birilerinin sürekli sizi izlediği veya size zarar vereceği düşüncesine kapılarak tehdit edildiğinizi hissetmeniz olarak tanımlanabilir. Hofstadter de klinik psikiyatride kullanılan bu terimi ödünç alarak, paranoyak üslup ifadesini politik olarak bireyleri tanımlamak için kullandığını belirtir. Benzer şekilde, Pipes (1997) de paranoyak üslup kavramsallaştırmasını devam ettirerek komplo teorilerine yönelik inancı fantastik olarak tanımlar, bu inancın da psikiyatrik bir paranoya ile yakın ilişki içerisinde olduğunu söyler.

Hofstadter (1964) ve Pipes (1997) gibi düşünürlerin komplo teorilerine yüklediği negatif anlam, komplo teorilerini ve onlara inanan insanları anlamaktan ziyade onları yargılar ve zarar veren azınlık bir unsur haline getirmeyi amaçlar. Bu yaklaşımda yukarıda kullandığımız komplo teorisi, komplo teorisine inanç gibi tanımlar yerine patolojik tanımlar kullanılır. Komplo teorilerini patolojik hale getirmek, bu teorilere inananları “tedavi edilmesi” gereken insanlar olarak görmemize neden olur. Ancak bir sonraki bölümde ele alacağımız üzere komplo teorilerini ve insanların onlara neden inandıklarını keşfetmek onları anlamamıza ve çözüme yardımcı olabilir.

3.2.2. Komplo Teorilerini Anlamak

İkinci yaklaşım ise paranoyak üsluba eleştirel yaklaşarak insanların komplo teorilerine neden inandıklarını ve komplo inançlarının altında yatan etkenleri sorgular (Butter & Knight, 2018). Bu yaklaşımda, komplo teorilerinin ne olduğunu ve bireyleri onlara inanmaya iten psikolojik ve sosyolojik faktörleri anlamak, siyasal yapının bu komplo teorilerine etkilerini saptamak esastır. Komplo teorilerine kimlerin, neden inandıklarını anlayarak, komplo teorilerinin zararlı etkilerini azaltmak için müdahale stratejileri geliştirebilmenin mümkün olduğunu söyler. Psikoloji ve siyaset bilimi disiplinlerinde gelişen bu yaklaşım, her ne kadar paranoyak üslubu eleştirerek komplo teorilerini patolojik bir olgu olarak görmese de paranoyak üslupla benzer sonuçlara ulaşır. Bu yaklaşımlar komplo teorilerine inanan insanları hasta olarak değerlendirmese de, komplo teorilerine inancı bir dünya görüşü olarak kabul ederek Hofstadter’ın tanımlamalarına yaklaşır (Butter & Knight, 2018, s. 37). Ancak yine de paronayak üslup yaklaşımının bireyleri damgalamasıyla, komplo teorilerine yönelik inancı anlamaya ve onların altında yatan sebepleri inceleyen çalışmalar arasında önemli ontolojik ve epistemolojik farklılıklar var.

İnsanların komplo teorilerine inanmalarının altında yatan psikolojik ve siyasal faktörleri incelemeden önce demografik açıdan kimlerin komplo teorilerine daha çok inanmaya meyilli olduğunu inceleyelim.

Demografik Faktörler

Komplo teorilerine kimlerin daha çok inandığını belirleyebilmek için yapılan birçok çalışma var. Bu çalışmalarda yaş, eğitim, gelir gibi demografik faktörlerin analizi yer alıyor. Örneğin Freeman ve Bentall’ın (2017) 2001 ve 2003 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan saha araştırmasından ulaştıkları sonuca göre çalışmaya katılanların %26,7’si komplo teorilerine inandıklarını belirtmişler. Bu çalışmaya göre erkek, bekar, az eğitimli, düşük gelirli, işsiz, azınlık grubundan ve düşük sosyal statüye sahip insanların komplo teorilerine inanmalarının daha muhtemel olduğu görülüyor.

“Nasıl bir eğitim?” sorusunu akılda tutarak, yüksek seviyede eğitim almanın komplo teorilerine yönelik inancı azaltmasının birkaç nedeni var. Eğitim, bireylerin karmaşık olaylara karşı basit açıklamaları benimsemelerini engellerken, kanıtlara dayalı bir öğrenme sürecini destekler. Aynı zamanda eğitim analitik düşünmeyi de destekler. Tıpkı yüksek eğitim düzeyinin paranormal olaylara inanmama ile ilişkisi olduğu gibi, komplo teorilerine yönelik inancı azaltan bir faktör olarak da sayılması mümkün. Güçlü ve kontrolü elinde tuttuğunu hissetmek de komplo teorilerine inancı azaltan bir faktör ve bu faktör de eğitim ile ilişkili (van Prooijen, 2017). Resmî eğitim düzeyinin yanı sıra medya okuryazarlığının da düşüklüğü komplo teorilerine yönelik inancı artırabiliyor (Craft vd., 2017).

Uscinski ve Parent’in (2014) ABD’de yaptıkları araştırmada da eğitim seviyesinin ve gelir düzeyinin düşük olmasının komplo teorilerine yönelik inancı arttırdığı görülüyor. Buna ek olarak, finans sektöründe ve kamu kurumlarında çalışanların komplo teorilerine daha az inandıkları görülmekte.

Psikolojik Faktörler

İlk olarak psikolojik yaklaşımlardan başlayalım. Komplo teorilerine yönelik psikolojik yaklaşımların çoğu benzer bir soruyla yola çıkıyor: İnsanlar neden komplo teorilerine inanır? Bu soruyu cevaplamaya çalışmadan önce bireylerin komplo teorilerine yönelik yaklaşımlarını düşünelim. Komplo teorilerine inanmayan insanlar genellikle bir veya daha fazla komplo teorisine inanan insanlarla alay etme eğilimindeler. “Bu insanlar bu kadar saçma fikirlere neden inanıyor?” sorusuyla karşılaşmamız çok muhtemel. Öte yandan komplo teorilerine inanan insanlar da diğerlerinin güçlü gruplar tarafından gizlice yürütülen bu planları neden göremediğini sorguluyor. Gerçek komploların var olması da insanları gelecek komplolara karşı önlem almaya yöneltebileceğinden bu görüş de makul duruyor. Her iki yaklaşım da bizleri komplo teorilerine inanmayı (veya inanmamayı) nelerin etkilediğini incelemeye yönlendiriyor (M. J. Wood & Douglas, 2018).

 

ÖNERİ – DİNLEYELİM
Sinan Alper’in hazırladığı Bu İnsanlar Neden Böyle? Podcast serisinde Komplocular kafayı mı yemiş? bölümünü dinleyebilirsiniz.

 

Komplo teorilerine yönelik en önemli psikolojik bulgulardan biri, bir komplo teorisine inancın, diğer komplo teorilerine de inancı arttırdığıdır. Goertzel’in (1994) ABD’de New Jersey’de yaptığı çalışmada katılımcılara on komplo teorisi sorulmuş, komplo inançlarının birbirini desteklediğini ve bireylerin bilişsel kapanma yaşadıkları saptanmış. Monolojik inanç sistemi olarak adlandırılan bu yaklaşımı destekleyen birçok çalışma yapıldı (Goertzel, 1994; Lewandowsky vd., 2013; Swami vd., 2011). Bu çalışmalara göre insanlar birbirleriyle çelişen görüşlere dahi aynı anda inanabiliyorlar. Usame Bin Ladin’in hayatta olduğuna inananların çoğu, onun yapılan baskından çok önce öldüğüne de inanıyor (M. Wood vd., 2012). Benzer şekilde, Prenses Diana’nın öldürüldüğüne inanan biri, ölümünün bir senaryo olduğunu aynı anda düşünebiliyor (M. Wood vd., 2012). Bir komplo teorisine inanmanın diğer komplo teorilerine de inancı güçlendirmesi olarak tanımlanan monolojik inanç sistemi ve karşıt komplo teorilerine aynı anda inanç, komplo zihniyetinin varlığını gösteriyor.

Komplo teorilerine yönelik inancın psikolojik etkilerini üç başlıkta inceleyebiliriz. Bireyleri komplo teorilerine inanmaya iten bilme arzusu ve kesinlik arayışını içeren epistemik motifleri, tehdit durumunda güvende hissetme ihtiyacını doğuran varoluşsal motifleri ve kendi gruplarına olumlu özellikler atfetmeleri gibi bireyleri iyi hissettiren sosyal motifleri incelemek komplo teorilerine yönelik inançların altında yatan psikolojik faktörleri anlamamıza fayda sağlayabilir (Douglas vd., 2017, 2019):

(i) Epistemik motifler: Bireyler, onları ilgilendiren konular hakkında bilgiye erişmek ve özellikle de önemli bir olayın neden olduğu, kimlerin buna sebep olduğu gibi açıklamalardan emin olmak istiyorlar. Belirsizlik (van Prooijen & Jostmann, 2013) ve kriz (van Prooijen & Douglas, 2017) dönemleri, bireylerin kendilerini güçsüz hissetmeleri (Abalakina-Paap vd., 1999; Imhoff & Bruder, 2014), endişe seviyelerinin artması (Grzesiak-Feldman, 2013) gibi faktörler komplo teorilerine yönelik inancı artırıyor. Komplo teorileri de insanların belirsizlik ve kriz karşısında, kendilerini güçsüz ve endişeli hissettikleri zamanlarda sahip oldukları inançlarını korumalarına izin veren, kendi içerisinde tutarlı gibi görünen açıklamalar sağlıyor (Douglas vd., 2019). Başka bir ifadeyle, bireyler içinde bulundukları olumsuz, anlam veremedikleri durumu anlamlandırabilmek için bir çıkış yolu arıyor. İnsanların sahip olduğu bilgilerin çoğu kişisel deneyimlerle doğrudan ulaştıkları bilgiler değil. Diğer insanların ne düşündüğünü bilmek, bilgiye ulaşmanın belki de en önemli yollarından biri. Bazı alanlarda az bilgiye veya yanlış bilgiye sahip olmak da çevremizdekilere duyduğumuz güvenle ilişkili. Bu da mantıksız bir durumdan ziyade, bireylerin kendilerini güvende hissetmelerini istemelerinden kaynaklanıyor (Sunstein & Vermeule, 2008).

Koronavirüs salgınını düşünelim. Ne olacağını bilemediğimiz, virüs karşısında kendimizi güçsüz hissettiğimiz, kendimiz, ailemiz, arkadaşlarımız için endişelendiğimiz bir dönem geçirdik. Bu dönemde, ne olacağını bilememe hali, olayları anlamlandırabilmek için bazılarımızı komplocu düşünceye sevk etti. Bu durum insanların bilgisizliğinden veya saf olmalarından kaynaklanmıyor. Aksine, ulaşabilecekleri güvenilir kaynakların eksikliği veya şeffaf olmayan, çelişkili açıklamaların varlığı bireylerin komplo teorilerine inanmaları ile sonuçlanabiliyor. Komplo teorilerinin insanlara kesinlik veren, olmuş veya olabilecek bir olayın nedenlerini bir bütün olarak sunması ve büyük resmi göstermesi, bilgi arayışında olan bazı insanların onlara inanmasına neden oluyor.

(ii) Varoluşsal motifler: Hepimiz kendimizin, ailemizin ve arkadaşlarımızın güvende olmasını istiyor ve birçoğumuz etrafımızda olan biteni kontrol etmek ve olaylar sırasında özne olmak istiyoruz. Ancak, bireyler varoluşlarına yönelik bir tehdit algılarında, bu tehditten kaçınmak için komplo teorilerine başvurabilir. Yukarıda da değindiğimiz gibi insanlar olan biten hakkında kendilerini güçsüz hissettiklerinde komplo teorilerine daha çok inanıyor (Abalakina-Paap vd., 1999; Imhoff & Bruder, 2014). Bu dönemlerde komplo teorileri, bireylerin failliğini artıran, olayların nedenlerini basitçe açıklayarak, varoluşlarına yönelik tehditler karşısında önlem almalarını sağlayan açıklamalar sunuyor. Bilgi arayışının yoğun olduğu dönemlerde de tartışılan konulara basit ve makul bir çerçeve sunması sebebiyle komplo teorileri kolayca benimseniyor ve var olan tehdide karşı telafi edici bir gerçeklik oluşturuyor.

(iii) Sosyal motifler: İnsanlar kendilerine veya ait hissettikleri gruba olumlu değerler atfederler. Komplo teorileri de bu iyi hissetme halinin devam etmesine neden olur. Örneğin bireyler, etnik kimlikleri, siyasi partileri veya sahip oldukları ideolojileri, dinleri gibi ait oldukları gruplar hakkında olumlu düşünceler duymak isterler (Douglas vd., 2019). Ait oldukları grubu değersiz veya tehdit altında hissettiklerinde “kötülerin” kendi gruplarına karşı komplo kurduklarını düşünebilirler (Uscinski & Parent, 2014). Daha önce de belirttiğimiz gibi, komplo teorilerindeki komplo kuran aktörler kötüdür (Uscinski, 2020, s. 29) ve komplo teorisine inanan insanlar da kendilerini veya ait oldukları grupları onlarla karşı gelen kahramanlar olarak görürler (Lewandowsky & Cook, 2020). İnsanlar, belirli olayların olumsuz sonuçlarından “ötekileri” sorumlu tutarak kendi benliklerini inşa edebilirler. Bu da bireylerin benlik inşasının ahlaklı ve güçlü olumlu duygularla oluşmasına, karşıt olarak ise “ötekilerin” ahlaksız ve birileri tarafından sabote edilmiş oldukları yargısına varmalarına neden olur (Douglas vd., 2017). Soral ve arkadaşları (2018), komplo teorilerinde “öteki” grupların, ait olunan gruba karşı komplo kurmaya istekli olarak görüldüğü kolektif bilişsel durumun, kolektif bir komplo zihniyetine dönüştüğünü söylüyor ve böyle bir grup kimliği inşasının narsizm ile ilişkilendirebileceğini öne sürüyor. Öte yandan komplo teorileri, insanlara diğerlerinin sahip olmadığı, göremediği önemli bilgilere sahip olduklarını hissettirir. Özgüven ile ilişkili olan bu durum, bireylerin kendilerini özel hissetmelerine neden olur. Bireylerin kendilerini diğer insanlardan ayırarak, gizli bilgilere sahip olmaları onlara daha çekici gelir ve komplo teorilerine inançla sonuçlanabilir (Douglas vd., 2017, 2019).

Komplo teorilerine yönelik inancı epistemik, varoluşsal ve sosyal motifler ile açıklamak bu komplo teorilerinin marjinal veya belirli bir azınlık gruba haiz olmadığını, hepimizin zaman zaman komplo teorilerine inanabileceğimizi gösterir. Peki, komplo teorilerine yönelik inançlarımızda bilişsel özelliklerimizin rolü nedir? Bu soruyu cevaplamadan önce Tversky ve Kahneman’ın (1983) ünlü deneyinde sorduğu soruyu cevaplayalım:

 

“Linda 31 yaşında, bekar, açık sözlü ve çok zeki bir kadındır. Felsefe alanında eğitim almıştır. Öğrenciyken, ayrımcılık ve sosyal adalet meseleleriyle derinden ilgilenmiş ve nükleer karşıtı gösterilere katılmıştır.”
Hangi alternatif daha olası?
i- Linda banka veznedarıdır.
ii- Linda banka veznedarıdır ve feminist harekette aktiftir.” (Tversky & Kahneman, 1983).

 

İkinci şıkkı seçtiyseniz siz de yanılgıya düştünüz. Çünkü banka veznedarları kümesi, feminist banka veznedarları kümesini de kapsıyor. Yani Linda’nın feminist bir banka veznedarı olması olasılığı, sadece bir banka veznedarı olması olasılığından düşüktür. Pek çok kişiye göre Linda’nın hem banka veznedarı hem de feminist harekette aktif olması muhtemel olsa da, karşılaştıkları bir olayın fazlaca ayrıntıyla aktarılması sonucunda kişiler daha az olası seçeneği seçiyor. Linda senaryosunun çeşitli varyasyonlarını deneyen Tversky ve Kahneman’ın araştırması (1983) katılımcıların %50’si ila %90’ının bu yanılgıya düştüklerini gösteriyor. Birleştirme ya da bağlantılandırma yanılgısı (conjunction fallacy) olarak adlandırılan bu durum aynı anda meydana gelen olaylardan daha az olası olanı seçerek bir yanılgıya düşme durumunu ifade eder.

Birleştirme yanılgısı, komplo teorilerine yönelik inancı da etkileyen önemli bir bilişsel özelliğimiz. Çünkü komplo teorileri, savundukları argümanları desteklemek için birçok bilgi sunar ve bireyler de olasılığı daha yüksek olan açıklamalardan ziyade daha karmaşık ancak daha az olası olan anlatıya inanırlar. Ellerinde olan kısıtlı kaynakları abartmak, hikâyeyi büyüterek her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu anlatısı kurmak tıpkı Linda’nın banka veznedarı ve feminist harekette aktif olduğu cevabını vermek gibi bizleri daha karmaşık sonuçlara itiyor (Brotherton & French, 2014).

Komplo teorilerine inancı etkileyen bir diğer bilişsel faktör, infodeminin bireysel belirleyicileri bölümünde de incelediğimiz ikili süreç teorisi olarak adlandırılan düşünce yapısı. İkili süreç teorisi, karşılaştığımız olaylara veya sorunlara nasıl tepki vereceğimiz ile ilgili iki temel düşünce yapısına sahip olduğumuzu söyler. Hatırlayacak olursak, Sistem 1 düşünme sezgisel ve otomatiktir; hızlı işler. Sistem 2 ise analitik ve çaba gerektiren zihinsel işlemler gerektirir. Sistem 1 düşünme bir cismin diğerinden uzakta olduğunu tespit etmek, kızgın bir yüz ifadesi gördüğümüzde onu hissetmek, basit cümleleri anlamak, birden gelen sesin kaynağına bakmak gibi doğal dürtüleri kapsar (Kahneman, 2015). Komplo teorilerine inancı inceleyen Swami ve arkadaşları da (2014) komplo teorilerine inancın düşük analitik düşünce düzeyiyle ilişkili olduğunu ve analitik düşünmenin komplo teorilerine yönelik inancı azalttığını söylüyor.

Sonuç olarak, komplo teorilerinin altında yatan epistemik, varoluşsal, sosyal motifler ve bizlerin bilişsel zayıflıkları komplo teorilerine yönelik inancı artıran önemli etkiler. Bunları anlamak, aynı zamanda komplo teorilerinin yayılımını azaltmak için de kapı açıyor. Örneğin, kriz zamanlarında yaşanan endişe, korku ve güvende hissetme gibi duygular komplo teorilerine yönelik inancın artmasıyla sonuçlanıyor ve doğru ve güvenilir bilgilerin insanlarla paylaşılmasını gerektiriyor. Öte yandan bireylerin bilimsel ve siyasal kurumlara güvenmemesi ve onların bir komplo planladıkları düşüncesi komplo teorilerinin yaygınlaşmasına neden oluyor. Örneğin, Türkiye’de 28 Temmuz 2020 tarihinde günlük Covid-19 tablosunda vaka sayıları olarak verilen sayıların hasta sayısı ile değiştirildiğine şahit olduk. Bu durum olumsuzluk yanlılığı olarak adlandırılan düşünce nedeniyle ile bazı insanların, sağlık otoritelerini otomatik olarak güvenilmez kategorisine sokmasına neden olmuş olabilir. Böylesi bir durum kurumların gelecekte yapacakları açıklamalara da şüpheyle yaklaşılmasına sebebiyet verecektir. Bu nedenle, kurumların kriz dönemlerinde açık ve net bir biçimde halkı bilgilendirici ve şeffaf açıklamalar yapmaları elzemdir.

Siyasal Faktörler

Komplo teorileri doğası gereği politiktir (Uscinski, 2020, s. 79). Komplo teorilerinin tanımı gereği ekonomik ve politik olarak güçlü kesimleri hedeflemesi onları doğal olarak siyaset biliminin temel tartışma alanlarından biri yapıyor. Komplo teorileri siyaset biliminde teorik olarak tartışmalarda yer edinse de, komplo teorilerine yönelik inançların ideolojik ayrımlara, siyasal ve toplumsal etkilerinin bu disiplin içerisindeki tartışmalara dahil edilmesi Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesiyle ortaya çıkan komplo teorileri ile birlikte oldu. Bu dönemden önceki çalışmalar daha çok teorik bir bakış geliştirirken, Obama’nın başkan olarak seçilmesiyle görgül çalışmalar yapılmaya başlandı (Butter & Knight, 2018; Giry & Tika, 2021).

Komplo teorileri, politik ve ekonomik olarak güçlü ve hesap sorulamaz bazı aktörlerin gizli ve topluma zararlı komplolar kurdukları, bazı gerçekleri halktan sakladıkları gibi politik argümanlar geliştiriyorlar. Bu argümanlar birçok politik sonuçlar da doğruyor. Bir zihniyet haline gelen komplocu dünya görüşü siyasi karar alma mekanizmalarını etkiliyor. Örneğin, komplo teorilerine maruz kalan bireyler, bu komplo teorilerinin gerçekleri ile karşılaşan insanlara göre seçimlerde oy kullanmaya daha az eğilimli oluyorlar (Jolley & Douglas, 2014b). Yönetmenliğini Oliver Stone’un yaptığı, Kennedy suikastinin ve örtbas edilmesinin arkasında geniş bir komplo olduğu hipotezini öne sürdüğü JFK filmini izleyenlerin, seçimlerde oy verme oranlarının ve siyasal süreçlere katılımlarının daha düşük olacağı tespit edilmiş (Butler vd., 1995). Benzer şekilde komplo zihniyetine sahip bireyler de oy vermek, siyasal kampanyalara bağış yapmak, siyasal mücadelelere dahil olmak gibi eylemlerde bulunmaya daha az eğilimliler (Uscinski & Parent, 2014).

Komplo zihniyeti siyasal dünyayı anlamlandırmaya yönelik inançlar oluşturduğu için doğrudan siyasal görüşler olarak kabul edilebilir (Uscinski, 2020, s. 79). Bu nedenle, bireylerin komplo teorilerine inanmaya, onları paylaşmaya ve komplo teorilerine göre karar almaya iten siyasal faktörleri incelememiz oldukça önemli.

Siyaset biliminin komplo teorilerine yönelik yaklaşımları temelde kimlerin, hangi siyasal ideolojilerin komplo teorilerine yatkın olduğunu keşfetmekle başladı. Hofstadter’in (1964) yaptığı çalışmada komplo teorilerine inanç sağ ideolojiyle özdeşleştirilir. Ancak, siyaset biliminde son dönemde yapılan çalışmalar komplo teorilerinin belirli bir ideolojiye haiz olmadığını gösteriyor. Özellikle saha bulgularına dayanan çalışmalara göre sol ideolojiye sahip insanlar da sağ ideolojiye sahip insanlar kadar komplo teorilerine inanıyorlar (Uscinski & Parent, 2014). Buradaki yanılgı, sıklıkla bir ideolojik grup ile ilgili komplo teorilerine yönelik inanç incelendiğinde genellikle karşıt görüştekilerin bu inançlara sahip olduğunun görülmesidir. Örneğin komünistleri suçlayan komplo teorilerine inananlar sağ ideolojiye mensup insanlar olacaktır. Benzer şekilde, şirketleri veya cumhuriyetçileri suçlayan komplo teorileri de solculardan gelecektir (Uscinski, 2020, s. 13). Ancak yapılan araştırmalar, günümüzde hiçbir ideoloji, parti, sosyal/ekonomik sınıfın komplo teorilerine yönelik inançtan muaf olmadığını gösteriyor (Giry & Tika, 2021; Miller vd., 2016; Oliver & Wood, 2014; Uscinski & Parent, 2014).

Komplo teorileri belirli bir gruba ait bir özellik olmasa da iktidar mücadelelerinde bir politik strateji olarak kullanılmaktadır. İnsanların ait hissettikleri siyasal ideolojilere veya partilere olumlu değerler atfetme dürtüleri “ötekilerin” komplo içerisinde olabileceği düşüncesini güçlendirebilir. Komplo teorileri de bu iyi hissetme halinin devam etmesine neden olur. Özellikle siyasal alandaki mücadelede insanların ait oldukları siyasal ideolojiye yönelik tehdit algısının güçlü olması, karşıt siyasal ideoloji veya partileri bir komplo içerisinde görmelerine sebep olabilir ve bu durum da partizanlığı artırabilir (Smallpage vd., 2017). Bireylerin kendilerinin ve ait oldukları grupların ahlaklı ve iyi şeyler yapıyor olduklarını düşünmeleri (Frampton vd., 2016) ve diğerlerini de onları tehdit eden ve kötü şeyler yapan aktörler olarak görmeleri (Oliver & Wood, 2014; Uscinski & Parent, 2014) komplo teorilerine inanma olasılıklarını artırmaktadır.

Bununla beraber, özellikle ideolojik olarak aşırı uçta olan bireylerin komplo teorilerine yönelik inançlarının daha yüksek olabileceğini söyleyebiliriz. Farklı ülkelerde yapılan araştırmalarda komplo teorilerine inanç doğrudan sağ ideolojilerle ilişkilendirilemese de aşırı sağ ve sol ideolojilerin komplo teorilerine yönelik inançlarının daha yüksek olduğu görülmektedir (Krouwel vd., 2017; van Prooijen vd., 2015).

Komplo teorilerine hangi ideolojik grubun daha yatkın olduğunu inceleyen çalışmalar da genellikle saha çalışmalarına dayanıyor. Dünyada, insanların birçoğu en az bir komplo teorisine inansa da özellikle siyasal konulardaki komplo teorilerinde, komployu kuran aktörler ve komplo teorisinin içeriği oldukça önemli. Bir komplo teorisinin ne olacağı, onu üretenin motivasyonları ile de yakından ilgilidir ve komplo teorilerinin çekiciliğini artırır. Bunlara yönelik inançlar da doğrudan motivasyonlarla ilgilidir. O nedenle, komplo teorilerine yönelik ölçümlerde dönemsel değişimler, örneğin aidiyet duyulan partinin iktidarda olup olmaması gibi etkenler, komplo teorilerinin içeriğini ve dolayısıyla komplo teorilerine inanan bireyleri ve komploya dahil olan siyasal grupları da değiştirebilir (Enders & Smallpage, 2018).

Karşılaştığımız bilgileri hepimiz aynı şekilde değerlendirmiyoruz. Farklı ideolojilere sahip bireylerin aynı bilgileri farklı şekilde değerlendirmeleri güdülenmiş düşünce kavramı ile açıklanıyor. Bu yaklaşıma göre yeni bir bilgiyle karşılaştığımızda o bilgiyi kendi dünya görüşümüzle uyumlu hale getirmeye çalışıyor ve bilgiyi çarpıtabiliyoruz. Kunda (1990), edindiğimiz yeni bilgilerle hangi sonuca varmak istiyorsak genellikle ona ulaştığımızı, fakat bunu yapabilme becerimizin, o sonuca varmak için üreteceğimiz bazı mantıklı gerekçelere bağlı olduğunu söylüyor. Özellikle bireyler kendilerini geçmişte yaptıklarıyla, düşündükleriyle iyi hissetmek isterler. Bireyler daha önce sahip oldukları inançlarla uyuşmayan yeni bilgiler edindiklerinde bilişsel uyumsuzluk yaşarlar. Bu durumu aşmak için de edinilen yeni bilgiyi reddedebiliyor ya da kendi düşüncemizle uyumlu hale getirebiliyoruz. Van Bavel ve Pereira’ya (2018) göre de bireyler siyasi kimliklerine duydukları aidiyeti korumanın gerçek bilgiye erişmekten daha önemli olduğunu düşünüyor. Birçok çalışma güdülenmiş düşüncenin komplo teorilerine yönelik inancı artırdığını gösteriyor (Enders & Smallpage, 2018; Miller vd., 2016; Oliver & Wood, 2014; Uscinski & Parent, 2014). Güdülenmiş düşünce, bireylerin karşıt olarak gördükleri siyasal partileri veya ideolojileri şeytanlaştıran komplo teorilerini kabul etmeye, kendilerini bir komplo içerisinde gördükleri komplo teorilerini ise reddetmeye itiyor (Miller vd., 2016).